Okur olarak en yetkin olduğum alan Japon Edebiyatı olmasına rağmen, 'Suda Ölüm' romanını okurken zorlandığımın altını çizerek bahsime başlamak isterimOkur olarak en yetkin olduğum alan Japon Edebiyatı olmasına rağmen, 'Suda Ölüm' romanını okurken zorlandığımın altını çizerek bahsime başlamak isterim, sonra bozuşmayalım:) Benim nezdimde Kenzaburo Oe, diğer Japon yazarlardan keskin bir şekilde ayrılır. Kendini ifade etme şekli, seçtiği konular ve olayları bağlamlandırmadaki yaklaşımıyla daha çok Batılı yazarlardan alışık olduğumuz modern bir perspektif içerisindedir. Romanlarında çok katmanlı, analojik olarak zengin bir anlatım tercih eder. içerik kadar, içeriğin sunuluşu konusunda da girift bir aktarıcıdır.
'Suda Ölüm' Oe'nin dilimize çevrilen diğer kitaplarının aksine, uzun yazarlık hayatının son dönemine ait bir eser. Haliyle 'Kişisel Bir Sorun' ya da 'Sessiz Çığlık' gibi romanlarından epey farklı. Oe, romanının içerisinde Edward Said'in sözleriyle 'Sanatçının yaşamının sonunda o zamana kadarki tüm eserlerini altüst edecek gerçek bir ustalık dönemi işi' olarak nitelenen; o eseri yazmaya çalışmadığının, yazamadığının altını çiziyor fakat bana kalırsa o ustalık dönemi işini başarmış, yazmış. 'Suda Ölüm' fazla düşünülmüş ve üzerinde çok çalışılmış gibi duran kurgusuyla, samimiyetten uzak bir his yaratsa da yazarlık yeteneği açısından Oe'nin dehasını ortaya koyuyor. Yukio Mişima'nın ustalık dönemi işi olan 'Bereket Denizi Dörtlemesi', yazarın kanından ve ruhundan bir parça gibi ilahi bir hare ile varlığını devam ettirmektedir mesela, bu roman için bunu söyleyemem ama yine de Oe'nin eteğindeki bütün taşları döktüğünü ve olağanüstü bir şeffaflıkla kendi tecrübesini romanına aktarabildiğini söyleyebilirim. Bu açıklık, yazarla alışık olmadığımız tarzda bir yakınlık yaşamamızı sağlıyor ve bunu seviyorum.
'Suda Ölüm' aslında ne kadarının gerçek ne kadarının kurgu olduğunu kestiremediğimiz bir anlatı. Japon Edebiyatı'nın yaygın türlerden biri olan 'ben-Roman'ın, en katmanlı örneklerinden bir tanesi. Kenzaburo Oe'nin alter egosu olan yazar Kogito Choko'nun başkarakter olduğu kitapta Oe, babasının onun için şaibeli olan ölümünü kurmacasıyla yeniden yaratmaya girişiyor. Fakat babasına dair o romanı yazamayacağını anladığı süreçte, o romanı yazamamanın yansımalarına dalıyor. Anlayacağınız 'Suda Ölüm' romanı esasen yazılmak istenen bir romanın, yazılamayışının hikayesi. Bu romanda yazara ilk kitabından da aşina olduğumuz engelli oğlu Akari, eşi, arkadaşları, çocukluk anıları, babasının grotesk ölümü, o döneme dair toplumsal fon, tanınmış arkadaşları ve onlarla yaşadıkları, eski romanları, yazarlık motivasyonu, aile ilişkileri gibi çok farklı özyaşamöyküsel gerçeklikler eşlik ediyor. Tüm bu örgü, anlatıyı bizim için gerçek bir sayıklamaya dönüştürüyor.
Babasının ölümü üzerine kapsamlı bir düşünme süreci yaşayan yazarın, zamanla edindiği farkındalık; içsel bir hesaplaşma metni ortaya çıkarıyor. Belleğin öznelliği ile şekillenmiş bir zihnin gerçeği yeniden keşfetmesine dair çok dağınık ama ilginç bir sürece konuk ediyor bizi. Kitabın eksenini sürekli olarak farklı bir yere çeken bir yan sekans da eklemiş romana yazar: Unaiko isimli genç bir tiyatrocunun, postmodern tiyatro denemesine dair tanıklığı ve sonrasında o tiyatro çalışmalarına dahil olması. Bu yan sekans aslında romanın mesaj kaygısı taşıyan ve anlatının vurucu olan noktasını oluşturuyor. Belki sadece bu öyküyü yazmak vardı Oe'nin kafasında ama bunu anlatısının içerisine yerleştirerek, romanının etkileyici sonunu heterojen ama son derece şık bir şekilde örmeyi başarmış. En başından itibaren sıçramalarla giden öyküleme, kitabın son sayfasında yaptığı bir hamle ile bütünleniyor.
İkinci Dünya Savaşı esnasında, aşırı sağcı örgütlerle girdiği ilişkiler sonucunda bir eylem planı üzerindeyken trajik bir şekilde ölen yazarın babasının öyküsü, aslında yansımalarla ölüme çok yakın olan Oe'nin içsel dünyasını bizim için görünür kılıyor. Yani bu roman Oe'nin bir nevi ölüme hazırlanması, hayatı boyunca eserlerinin izleklerinde onu takip eden hayalet imgelerle hesaplaşması, geçmişiyle dürüstçe söyleşmesi olarak yorumlanabilir. Oe'nin en büyük handikabı kendisinin de yer yer belirttiği gibi çağın çok gerisinde bir anlatım şekli tercih etmesi. Zira zaman zaman karakterlerin konuşmaları hantallaşıyor ve okuru yabancılaştırıyor. Ama Kenzaburo Oe'nin edebiyat, şiir, çeviri, istismar, folklor, temsil, tiyatro, siyaset, engellilik, babalık gibi meselleriyle nasıl bir ilişkisi olduğunu analiz etmek adına kusursuz bir kaynak olduğu gerçeği değişmiyor. Usta bir yazarın destansı bir kariyerden sonra okurlarına, kendini böylesine deşifre ettiği bir metin hediye etmesi bende her daim minnet duygusu oluşturuyor.
Roman Natsume Soseki'nin 'Gönül' romanının eleştirel bir analizi ile açılıyor. Sonrasında ise deneysel tiyatronun yöntemlerine dair orijinal canlandırmalarla ilerliyor. Müzikle ilgili çok bilinçli bazı tespitler düşünürüyor. Sonrasında Japon folkloruna dair yerleşik bazı öyküler didikleniyor. Epey zengin bir hikayelemeden bahsediyorum yani, çok renkli çok zengin.
Bu yüzden de, bu zor bir roman. Hatta belki de Türkçede okuyabileceğiniz en zor Japon Edebiyatı metinlerinden biri. Zira kendini dışarıya sunan bir Japon yazar yok burada, haliyle büyülü bir sofistike dünyaya almıyor sizi. Çok Japon bir yerden, kendi gerçekliğinden sesleniyor. Fakat okuduktan sonra zorlandığınıza değiyor.
Son olarak çevirmen Ali Volkan Erdemir'den bahsetmek lazım. Kenzaburo Oe'nin eserleri hep zor çevrilen ve ağdalı metinler olarak anılır. Bu yüzden, sanıyorum ki Türkçede de çevirme girişimi az oldu. Böylesine karmaşık ve yüklü bir metini, bizimle olağanüstü bir Türkçeyle buluşturduğu için Ali Volkan Erdemir'e ne kadar sevgi, ne kadar saygı sunsak az kalır. Ömrü uzun, çevirisi bol olsun umarım. İyi ki var....more
Bira ulaşmanın en kolay olduğu alkollü içeceklerden biri olmasına rağmen, hakkında nitelikli bilgiye pek sahip olmadığımız tüketim ürünlerinden birisiBira ulaşmanın en kolay olduğu alkollü içeceklerden biri olmasına rağmen, hakkında nitelikli bilgiye pek sahip olmadığımız tüketim ürünlerinden birisi. Haliyle bu kitap bira dünyasına bilinçli bir bakış atmak için çok ideal bir başlangıç kitabı. Benim için aydınlatıcı olduğu bazı noktalar, tüketim alışkanlıklarımı değiştirecek etkide. O yüzden çok sevdiğimi söylemem lazım. Açın biranızı, oturun şezlongunuza ve okuyun kitabı. Çok keyif alacağınıza eminim. Cheers....more
Arjantinli yazar Samanta Schweblin ve şahane öyküleriyle sonunda tanıştım. Pek öykü-sever, öyküden-anlar birisi değilim, bu sebeptendir Schweblin'in kArjantinli yazar Samanta Schweblin ve şahane öyküleriyle sonunda tanıştım. Pek öykü-sever, öyküden-anlar birisi değilim, bu sebeptendir Schweblin'in kitaplarını güvendiğim birçok okur arkadaşım ısrarla bana önermesine rağmen, uzun zamandır göz ardı ediyordum. Hata etmişim, çünkü Schweblin cidden çok çok iyi.
Öyküler garip, tekinsiz, huzursuz, gizemli ve merak uyandırıcı atmosferi ve akışlarıyla; okuma tecrübesi olarak epey lezzetli bir deneyim sunuyor. "Ağızdaki Kuşlar" içerisinde 18 öykü ihtiva ediyor. Rahatlıkla bunların 10 tanesinin son derece iyi öyküler olduğunu söyleyebilirim. Muhteşemler yahu! Dino Buzzati'nin şahane atmosferlerine gittim bazen, Cheever'ın öykülerini andım bazen, Cortazar'ı yaşadım bazen, en çok Borges'ın hayaletini gördüm öykülerin ardında. Çok fazla yere-kişiye gittim geldim.
Öykülerindeki insanları anlatırken 'ilginç/beklenmedik olay'ın ötesine geçiyor Schweblin. Karakterlerini öyle bir atmosfer içinde devindiriyor ki, her an her şeyin olabileceği bir karanlık kuyunun içine atıyor bizi. Okur olarak merakla ve köşeye sıkışmış bir şekilde sayfaları çeviriyoruz. Okurun beklentisini karşılamaya yönelik bir itki ile de sonlandırmıyor öykülerini. Bazen bıçakla keser gibi kesiyor, bazen de tamamen okura bırakıyor. Huzursuzluk hissini baki kılıyor ruhlarımızda.
'Mesut Medeniyetlere Doğru' bir Haneke filmi gibi seyrediyor. Alttan altta ilerleyen bir gerilim, sonunda karnımıza inen bir yumrukla bitiyor. 'Benavides'in Ağır Valizi' Cronenberg sinemasını andıran içerik ve mesajlarıyla güçlü bir toplum eleştirisi sunuyor. 'Noel Baba Evimizde Kalıyor' karanlık bir sosa bulanmış Raymond Carver öyküsü gibi endam ediyor kitap içinde.
Her öykü özelinde ayrı ayrı konuşmak, tartışmak mümkün. Emin olduğum bir şey varsa bu başlangıç son olmayacak, ivedilikle diğer kitaplar hemen okunacak. Bu yeni keşfim, son zamanlarda yolumun kesiştiği Michel Tournier ve Jean-Baptiste Del Amo gibi beni aşırı heyecanlandırdı. Mutlaka öneriyorum....more
Kısacık, iki öyküden oluşan bu kitap geldi; boğazıma bir yumru gibi oturdu, nefesimi kesti. Hacmine tezat olağanüstü bir derinliği var 'Köpeklere ve DKısacık, iki öyküden oluşan bu kitap geldi; boğazıma bir yumru gibi oturdu, nefesimi kesti. Hacmine tezat olağanüstü bir derinliği var 'Köpeklere ve Duvarlara Dair'in. Yuko Tsushima Japon Edebiyatı'nın en önemli edebi şahsiyetlerinden biri olan Osamu Dazai'nin kızı. Aslında bu etiketten bağımsız bahsetmek isterdim Tsushima'dan, zira bana kalırsa onun edebiyatını besleyen ana kanal babasızlığın getirdikleri olmuş. Fakat Dazai'nin ismini anmamızı imkansızlaştıran bir içeriğe sahip bu minik kitap. Tsushima, Japon Edebiyatı'nın hakim türlerinden olan 'ben-roman' formunda eser vermiş ve anlatı haliyle özyaşamöyküsel nitelikte.
Köpeklere ve duvarlara dair diyor kitabın ismi ama onlardan daha çok, 'suya dair' bir kitap bu. Malumunuz Osamu Dazai kısa ömründe çok kez intihara teşebbüs etmiş, en son denemesinde de denizde boğularak hayata veda etmişti. Yazar Tsushima, su ile babası üzerinden bir ilişki kurmuş ve anlatısını o eksen üzerinde şekillendirmiş. Günlük hayata dair son derece etkileyici ayrıntılarla ördüğü, epey duygusal bir farkındalık; olgunlukla verilmiş bir hesaplaşma metni ortaya koymuş. İlk başta babanın yokluğu ile verilen bir hesaplaşma olduğunu zannettim fakat iki öyküyü bitirdikten sonra Tsushima'nın hesaplaştığı şeyin aslında annelik olduğunu gördüm. Hem kendi annesiyle hem de kendi anneliğiyle hesaplaşıyor. Babanın eksikliği üzerinde kurulmuş hasarlı bir annelik-sevgi ilişkisi var yazarın ve bunu deşmekten, günlük hayatın en sıradan anlarında bile o yaraları bulup, kaşımaktan çekinmiyor. Terapi niyetine de yazmıyor, sadece anlatmak istiyor, anlaşılmak istiyor, belki de kendini anlatarak kendini anlamak istiyor, bilemiyorum ama ne yapıyorsa karşıya geçiyor.
Metni, Osamu Dazai bağlantısından sıyırırsak etkisinde bir değişiklik olur mu emin değilim. Japon yazınındaki 'Ben-roman' anlayışı biraz bunun önünü kapatıyor. Kenzaburo Oe'nin kitaplarını ondan tamamen bağımsız okumak nasıl mümkün değil ise, Yuko Tsushima da yazınını öyle bir yerden gerçekleştirmiş. Hakkında okuduklarıma bakılırsa diğer eserlerinde de özyaşamöyküsel izlekleri devam ettiriyor. Bu bende yazarla ilişkimi güçlendirmemi sağlayan bir etki yaratıyor ve bunu seviyorum.
Benzer yaklaşıma sahip olan Fransız yazar Annie Ernaux ile Yuko Tsushima'nın muazzam bir söyleyişi var, internette bulabilirsiniz. İki kadının karşılıklı söyleyişi aslında yazarlıklarına ve kadınlıklarına, meselelere yaklaşımlarına dair şahane tespitler yapmamıza olanak tanıyor, mutlaka okumanızı tavsiye ederim. Annelik, var olma kavgası, kişisel bellek ve toplumsal hafıza mefhumu, kadınlıkla çatışma hikayeleri gerçekten etkileyici. 'Köpeklere ve Duvarlara Dair' okuduğum en güçlü metinlerden bir tanesi. Diğer kitapları da tez elden çevrilir umarım. Çevirmen Barış Bayıksel'e de ayrıca çok sevgiler. ...more
"Dünyayı dünya yapan ilişkiler her gece kuruluyor, sonra her sabah dünya yeni baştan, sirk gibi sökülüyordu." Syf94
Öykülerle ilişkim oldu olası sıkınt"Dünyayı dünya yapan ilişkiler her gece kuruluyor, sonra her sabah dünya yeni baştan, sirk gibi sökülüyordu." Syf94
Öykülerle ilişkim oldu olası sıkıntılıdır. Kısacık parçanın ağırlığı, okur olarak beni hep zorlamıştır. Koca romanlarda konsantrasyonum bozulmadan eseri saatlerce dikkatle okuyabilirken, öykülerde hemen dağılıp, metinden kaçınır hale gelirim. Mevsim Yenice'nin ilk öykü kitabı olan 'Tekme Tokatlı Şehir Rehberi' bu mesafeyi kısaltan, aradaki duvarı yıkan eserlerden biri olmuştu. O zamandan beri bende yeri ayrıdır. Haliyle 'Fil Gözü'nü heyecanla elime aldım, aldım da adım adım kendi karanlığıma daldım.
Evvelden unuttuğumuzu sandığımız ya da içindeyken hasır altı yapmayı tercih ettiğimiz enstantaneler durup duruken kendini gösterir ve eylemlerimize-hislerimize-düşüncelerimize onarılmaz kesikler atarlar. Bu kesiklerin çoğu acıtır ama bir yandan da kötü kanı dışarı akıtır. Mevsim Yenice o anlara öyle güzel yakından bir bakış atıyor ki, anın içinde saklanmış kalmış donmuş varlığın; kendinden daha büyük sonuçlarını ve anlamlarını görünür kılıyor bizim için. Öykülerin incecik akan damarlarında, kendi hayatımızdaki bazı acıların nabzını duyuyoruz. Akan kan hem bize iyi geliyor. Öyküler aracı oluyor, kendi gerçekliğimizle yüzleşiyoruz.
'Fil Gözü' içerisinde sekiz öykü barındırıyor. Bunlardan altısı beni döndü durdu kalbimden vurdu. İçimizdeki karanlık farklı farklı karakterlerde can bulup, başka ama eminim benzer şekilde kendini gösteriyor. Bir geçit töreni gibi öyküler. İnsanı köşeye sıkıştırıyor, unuttuklarımla beni vurma dedirtiyor. Karanlığımıza tutulmuş bir ayna misali, gölgemizde bizi gezindiriyor.
Mevsim Yenice hep yazsın ve daha nice öykü kitaplarıyla bizi kendimize göstermeye devam etsin.
8 Mart'a girerken edebiyatın önemli kadın metinlerinden birini okumak istiyordum, hemen kitaplığımda bir tur attım ve uzun zamandır merak ettiğim Nata8 Mart'a girerken edebiyatın önemli kadın metinlerinden birini okumak istiyordum, hemen kitaplığımda bir tur attım ve uzun zamandır merak ettiğim Natalia Ginzburg ile tanışayım/taşınalım istedim.
Çağdaş İtalyan Edebiyatı'nın en önemli isimlerinden bir tanesi Natalia Ginzburg. Politik hayatıyla, tutkulu kimliğiyle; tarihin kırılma yaşadığı bir zamanda, Avrupa'nın göbeğinde hayatta kalmayı başarmış olmasıyla akıllara kazınmış bir şahsiyet. Geçmişten günümüze benim bildiğim beş Ginzburg kitabı Türkçeye çevrildi, fakat yeni baskıları yoktu. Can Yayınları, kitapları yeniden ele alıp bizlerle paylaşmaya başladı.
'İşte Böyle Oldu', Ginsburg'un 1947 senesinde yaşadığı psikolojik buhranı sonucunda yazdığı bir roman. Kitabın başına Italo Calvino'nun, 'İşte Böyle Oldu' hakkında yazmış olduğu bir gazete yazısı iliştirilmiş. Calvino, iddialı bir sunuş ile açıyor methiyesini ve "Natalia Ginzburg yeryüzünde kalan son kadındır. Öbür insanların tümü erkektir." diyerekten; hayli abartılı ve şık bir övgüyle beklentilerimizi arşa çıkartıyor. Calvino'nun referansı önemli elbette, o yüzden baştan pozitif bir önyargı ile okumaya başlanıyor. Devamında ise Ginzburg'un 1964'te yazdığı bir metin paylaşılmış. Burada 'İşte Böyle Oldu'nun yazma serüvenini anlatıyor: "Bu romanı mutsuzluğumu biraz hafifletmek için yazdım. Yanılıyordum. Asla yazıda avuntu aramamalıyız. Yazarken bir hedefimiz olmamalı. Kesin tek bir şey varsa o da hiçbir hedef gütmeksizin yazma gerekliliğidir." diyor. Bu açıklama bana epey ilginç geldi, zira kadın edebiyatının önemli bir temsilcisi sayılan Ginzburg'un yaratımındaki temel motivasyonu ve refleksi anlamamızı sağlıyor. Bu da kitabı daha sağlıklı ele almamıza olanak sağlıyor. Zira bunun bir kadın yazar histerisi olarak değerlendirildiği de olmuş, buna düşmememiz için bize güzel bir done veriyor.
Sonu başından belli olan romanlardan 'İşte Böyle Oldu'. Hatta yazıldığı tarihi düşünürsek muhtemelen ilklerden biri. Daha ilk paragrafta, kitabın karakteri 'Alnının ortasına ateş ettim.' diye bize romanın sonunu söylüyor. Nihayetinde de roman bu cinayetinin anatomisini bize anlatıyor. Bir kadını, kocasını öldürmeye kadar götüren psikolojik yolculuğun izini sürüyor. Yakın zamanda okuduğum Annie Ernaux ve Tove Ditlevsen kitaplarında gördüğüm 'kadın gözü' bu romanda da kendini gösteriyor. Metin boyunca değersizleştirilmenin, yargılanmanın, mecbur bırakılmanın, zihnen iğdiş edilmenin bir insan üzerindeki sessiz yıkımı inşa ediliyor. Öldürmeye mecbur kalmanın ya da bir güdü olarak, tepki olarak silahlanmanın getirdiği özgürlük hissinin haklılığını sunuyor bize. Eril tahakkümün, erk istismarının bir örneği anlatılıyor. Sevme beceriksizliğinin bireyler üzerinde yarattığı onarılmaz yaraları kaşıyoruz hep birlikte. Kısacık metinde çok şey anlatmayı başarıyor Ginzburg.
Diğer yandan Ginzburg sert geçen hayat öyküsünden olsa gerek 20.yy'ın en önemli kadın romancılarının tercih ettiği belleğin dişil yansımasını aktarmaktan uzakta duran bir dil tercih ediyor. Virginia Woolf, Edith Wharton, Bronte Kardeşler gibi öncülü olan önemli kadın yazarlarda görmeye alışık olduğumuz algılama şeklinin çok dışında bir yaklaşıma sahip bir dünya var kitabında. Bunun kendinden sonrakiler için bir örnek teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Onu Çağdaşlar sınıfına sokan en önemli etkenin de burada yattığına inanıyorum. Erkek dünyasına eklemlenmiyor, onu ahlaki açıdan da reddediyor, toplumsal bir beklentinin her açıdan uzağında seyrediyor. Delilik ile gerçeklik arasına güzel bir köprü kuruyor. ...more
"Michel Tournier en taze edebi tutkum!" derken ciddiydim ki yeni bir kitabını okumak için bir türlü bekleyemedim. Bu kez yazarın son dönemine ait, yay"Michel Tournier en taze edebi tutkum!" derken ciddiydim ki yeni bir kitabını okumak için bir türlü bekleyemedim. Bu kez yazarın son dönemine ait, yayımlanma tarihi 1989 olan 'Veda Yemeği' isimli, parçalardan oluşan kitabını tercih ettim.
'Veda Yemeği' Boccaccio'nun 'Dekameron' kitabını anımsatan bir yapıya sahip. İçerisinde, basitçe baktığımızda 20 tane öykü bulunmakta. Bunların bazıları masalsı bir dille kaleme alınmış tarihsel nitelikte öyküler iken, bazıları gerçek hayatın içerisinden seçilmiş olaylara sahip öyküler olma özelliğini taşıyor. Bir tür, derlemeler kitabı ortaya koymuş Tournier. Bütün olarak birbiriyle çok alakalı görülmeyen, fakat yazım şekillerinde Tournier'de görmeye alışık olduğumuz mitolojik ve dini referansların ağır bastığı, arketipsel yerleştirmenin ustaca yapıldığı parçalardan oluşmakta.
Öyküleri ayrı ayrı didiklemek pek tabi mümkün. (Ona ne şüphe?) Hatta kitabın ilk yarısını oluşturan görece sonrasında gelecek öykülere göre biraz daha uzun olanlar son derece doyurucu. Fakat Tournier'in bu derlemesinde öykünün yapısına karşı son derece umursamaz olduğu kolaylıkla fark ediliyor. Bence Tournier bir taslak olarak ele aldığı ama büyütmek istemediği, açıkça daha büyük bir şeyi işaret eden anlatılarını bir yerde toplayıp, bizimle paylaşmak istemiş.
Tournier'in edebiyatında sürekli olarak mit ve efsanelerin günlük yaşama uyarlandığını görürüz. Burdaki öykülerde de, bu kendini gösteren bir özellik. Bunun yanında sık sık ironiye başvuruyor. 'Meteorlar' romanının merkezinde olan ikizlik arketipi, 'Veda Yemeği'ndeki öykülerde de izleniyor. Bu ikizlik kavramına Habil-Kabil üzerinden yaklaşmayı tercih etmiş. İnsan doğasına karşı ahlaki açıdan rahatsız edici bir yaklaşımı olan Tournier'in, bilhassa romanlarındaki tartışmalı yaratımları öykülerde de yer yer kendini gösteriyor. Zorlu bir kitabı yok sanırım Tournier'in. Yine okuru zorlayacak parçalar sunmuş, hayli emek isteyen bir öykü kitabı olarak anabilirim bu okuma tecrübesi.
Diğer yandan 'Veda Yemeği' kesinlikle Tournier'e başlamak için doğru eser değil bana kalırsa. Ne kadar yazara dair, tam anlamıyla tanıtıcı bir perspektif sunuyor olsa da; yazarın edebi kimliğini bilmeyenler için bıktırıcı olabilir. O yüzden tanışmak adına yazarın ilk eseri olan 'Cuma ya da Pasifik Arafı'nı tercih etmenizi öneriyorum şimdilik....more
David Mitchell ilginç bir şekilde şimdiye kadar hiç okumadığım ama Türkçe'ye çevrilmiş bütün külliyatı kitaplığımda olan bir yazar. Zaman içerisinde kDavid Mitchell ilginç bir şekilde şimdiye kadar hiç okumadığım ama Türkçe'ye çevrilmiş bütün külliyatı kitaplığımda olan bir yazar. Zaman içerisinde kendisinin ismiyle karşılaştığım her anda, artık okumalıyım bir tane kitabını diyordum, kısmet bugüneymiş.
'Slade Köşkü' yazarın yedinci romanı ve epey farklı bir yazılış serüveni var: Zira öykünün özü Mitchell'ın twitterında ortaya çıkıyor. Muhtemelen bir amaca yönelik başlamayan bu hikaye kurmaca oyunu, ilerliyor ve sonunda 'Slade Köşkü' romanının ortaya çıkmasına sebep oluyor.
Hikaye gizemli Slade Köşkü ve bu köşke ilgi duyan, bazı psişik güçleri olan insanların etrafında şekilleniyor. Bir tür ruh vampiri olan olağanüstü okült güçler edinmiş Grayer kardeşler, ölümsüzlüğü bir tür paranormal formül ile çözmüşler ve tasarladıkları alternatif bir gerçeklik olan Slade Köşkü ile bu deneyimi sürdürmekteler. Fakat bu ölümsüzlük formülü masum insanların ruhlarına sebep olmakta, romanda bize bu kaybolan ruhların soruşturmasını anlatmakta.
Bu tarz romanlar ile arama mesafe koyalı çok oldu. Kitaptan hemen uzaklaşabilirdim teen-slasher başlangıcından sonra ama David Mitchell'ın adı sık sık Haruki Murakami ile birlikte anılıyor. Bu özellikle merakımı cezbeden bir şeydi. Murakami edebiyatıyla benzeştiği taraflar çok açık olmasına rağmen ben yine de sadece kurguya dayalı, bu tarz paranormal eserleri daha gençken okuduğum zevkle okuyamıyorum. Kendimi zorlamam gerekiyor. Yine biraz ittire kaktıra bir okuma olduğunu söylemem lazım.
Türün meraklılarına ve genç okurlara önerebilirim. ...more